Bir avcı bir gün toplu halde bulunan kuşların üzerine ağ attı. Kuşlar düzenli bir şekilde ağın her tarafından destekleyerek yükseldiler. Daha sonra bir ağaca kondular. Bu şekilde ağın altından çıkıp uçtuklarında özgürlüklerine kavuşmuş oldular.
Bu olayın bize verdiği ders çok önemlidir. Eğer zayıf olan insanlar da kötü bir duruma düştüklerinde birlikte uyum içerisinde birbirlerini destekleyerek hareket ederlerse, sonunda kurtuluşa ve özgürlüğe kavuşurlar.
Bir zamanlar akbabalar gösterişsiz kuşlarmış. Tanrıya devamlı bu durumdan şikayet ediyorlardı. Sonunda ona her kuştan renkli tüy verilmesi kararlaştırıldı. Ancak ondan sonra akbaba kendini bütün kuşlardan üstün görmeğe başladı ve kendini kuşların kralı ilan etti. O şımarıklıkla çeşitli tatsızlıklar yaptı. Sonunda kuşlar tüylerini geri almak için hep birlikte ona hücüm ettiler. Sonunda akbaba kel, çirkin bir yaratığa dönüştü.
Vaktiye bir hükümdar oğlunun iyi bir savaşcı olarak yetişmesi için her şeyi yapmaya karar verir. En iyi komutanları en iyi hocaları çağırır. Gayesine varmak için planlar yapar. Oğluna en üstün savaş teknikleri öğretir. İlk olarak şehzadeye güreş tutmayı öğretmişler, daha sonra ok atma kılınç kullanma teknikleri öğretilmiş. Şehzadenin yetişmesi ile ilgilenen bilginler son bir eğitim merkezine gidilmesi gereği üzerinde durmuşlar. Bu eğitim merkezi, Ak Tapınak diye bilinen tarihi bir yapıda idi. Ak tapınağa nehir kıyısındaki bir köprüden geçilerek gidilirdi. Kapıda yaşlı bir bilge gelenleri ve getirdikleri silah ve kişisel eşyaları denetlerdi. Şehzade, her gittiği döğüş okulunda kullandığı silahları, göğsü kabararak sergilerdi.Çok defa da takdir dolu bakışlar ile karşılaşırdı. Fakat bu defa farklı bir durum vardı. Gidip gelenler olduğu halde bir türlü kapıdaki engel aşılamıyordu. En nihayet; şehzade, kapıdaki bilgeye durumu sordu. Bilge şunu dedi: “Burası yüksek düşünce tapınağıdır. En üstün savunma bilgelik, barış ve sevgi yolunda. Onun için o pis suç aletlerinizi tapınağın önünden kaldırın sakın bir daha bu kutsal tapınağı silahlarınızla kirletmeyin.”
Bir gün kaplumbağa gökyüzünde bir gezinti istemişti. Bu isteğini iki balıkçıl kuşuna açtı. Şöyle dediler: “Sen değneğin ortasını ısrırsan, biz de birer ucundan tutarız. Böylece uçarsan, seni götürür getiririz. ”Başlamışlar uçmağa, yolda leylekler bunları görünce şöyle demişler “Balıkçıl kuşları çok akıllı, bak ne güzel kaplumbağayı uçuruyorlar. Bunu duyan kaplumbağa alınmış ve şöyle demiş. “Ama bu olay benim fikrimdi.” Bunu söylemek için ağzını açtığında tutunduğu deynekten düşerek parçalanmış.
Kral bir gün orman kıyısına gelmiş fıstık yiyordu. Yüksek br ağaçtan gelen bir maymun fıstık istedi. Kral da ona küçük bir torba dolusu fıstık verdi. Maymun dala tutunup çıkarken bir tek fıstık düşürdü. Hemen yere atlayıp düşen fıstığı kapmak istedi. Bu şaşkınlıkla elindeki torbadan fıstıklar etrafa dağıldı. Bu şekilde orada bulunanlar fıstıkları kapıp kaçtı. Tamah etmek kötü şeydir. Bir fıstığı kapma hırsı bütün fıstıkların kaybına yol açtı.
Yüksek kulelere çıkmaları için kurbağalar arasında yarış düzenlenmişti. Etraftakiler etraflarında bağırarak tezahürat yapıyorlardı. Çoğu şöyle diyorlardı: “Zavallıcıklar başaramıyacaklar!”.Çok sayıda kurbağa yıldı ve geri döndü. Sadece bir tanesi zirveye ulaştı.
Onu inceleyenler onun sağır olduğunu anlamışlar. Bunun üzerine; başarı konusunu tartışanlar şöyle demişler: “Size olumsuz telkinlerde bulunanlara kulaklarınızı tıkayın.”
Vaktiyle Hindistan’nın Pradeş eyaletinde bölge çiftçileri tarımdan arta kalan zamanlarında turkuaz, necef, kuvars, yakut gibi taşlar ararlarmış. Bunları işleyen atölyelere gidip sepet sepet satarlarmış.
Epey zaman orada aramalar devam etmiş. Ancak zamanla taşlar azalmış, bulunmaz olmuş.
Vaktiyle o bölgede bu tür taşların damarlarını tesbit edip, bu işten epey para, şan şöhret kazanmış olan Borzak diye yaşlı bir adam varnış. Borzak, çok kazanmış, ancak hızlı yaşamış, alkol bağımlısı olmuş ve dağlara gidemez olmuş. Artık yaşlanan bedeni karda, kışta, sıcakta o dağlarda gezip iş yapmasına izin vermiyormuş.
Fakat köylüler onu ata bindirir, ille de arama bölgelerine götürürlermiş. Ancak, ne yapsalar iyi sonuç alamıyorlarmış. Köylüler torununu da yanına katmışlar. En sonunda, bu çalışmaların verimli olması için bir şamanın kutsaması, tütsülerle dualarla onlara yardımcı olması istenmiş.
Şamanın söylediklerini aynen uygulamaya çalışmışlar. Yapılan tarife göre, belli dualar okunduktan, tütsüler yakıldıktan sonra gözler kapanmalı, üç defa kendi etrafında dönüldükten sonra ok havaya fırlatılmalı imiş. Borzak torunu ile bu çalışmakları yaparken o sırada yoldan geçen bir adamla karşılaşmışlar. Ok yeni gelen yolcunun yanındaki ağaca saplanmış. Yolcu onların yaptığını beğenmemiş. “Sen işimize karışma geç git, yolcu yolunda gerek “ demişler. Adam, “Sizin yaptığınız yanlış bir hareket. Az daha beni canımdan ediyordunuz.” demiş. Onların umursamaz davranışları yolcunun canını sıkmış. “Hiç başarı sağladınız mı?” demiş. Dede ve torun “Hiç bir şey yapamadıklarını söylemişler. Yolcu şunu demiş. “Önce siz iyi bir ok bulmalısınız. Ucunda kartal tüyü olmayan ok mu olur?” demiş. Dede ve torun, kartal tüyü bulamadıklarını söylemişler. Yolcu çantasından bir alet çıkarmış. “Bak küçük, tüyleri gösteren düğmeye basarsanız, ortalık tüy dolacak.“ demiş. Gerçekten da havada şimşekler çakmış ve bir gürültünün ardında ortalık serçe, güvercin dolmuş. Bunlardan epey tüy dökülmüş. Yolcu anlatmaya devam etmiş. “Bakınız, ikinci düğmeye basarsanız, daha büyük kuşlar, ördekler kazlar dolacak.” demiş. Yine kırmızı bir ışık arkasından ördekler, kazlar uçuşmuş. Kaz tüyleri ortalığı sarmış. Bunun üzerine yaşlı adam, “hani kartal tüyleri demiş.” Yolcu ona şu öğüdü vemiş. “Sen sen ol, başedebileceğin kuşları çağır. Sen kartal gibi güçlü olmadıktan sonra, kartallar ile başedemeszin” demiş ve başarının kurallarını şöyle özetlemiş. “Başarı için, başarabileceğin hedefler seç. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru kişilerle iş yapmak çok önemlidir.” Yaşlı adam ayrılırken karşılaştığı yolcuya kim olduğunu sormuş. Yolcu başını almış giderken şöyle demiş, “Ben şimdi giderken benden bir açıklama bekleme. Ancak ben gidince torununuz size kim olduğumu açıklasın.” demiş. “Onun beni tanıdığına eminim.”. Yolcu uzaklaşınca yaşlı adam, toruna “Kim bu adam?” demiş. Çocuk , “Tanımadın mı büyükbaba. O adam Cumhurbaşkanı Mahathma Gandi’den başkası değildi.”
Eski çağlarda, Kıbrıs’ın doğusundaki Salamis şehrinin kırallıkla yönetildiği dönemde, çok akıllı bir prens varmış. Vaktiyle ataları tarafından yapılan kültür, sanat çalışmaları sayesinde Doğu Akdenizde gelişmiş bir şehir yaşantısı yaratılmıştı. Her tarafta tapınaklar, tiyatrolar, agora denilen Pazar yerleri ve görkemli saraylar ve villalar varmış. Anadolu, Suriye, Ege Bölgesi, Mısır gibi ülkelerde üretilen seramik, Cam, mobilya, kıymetli taş ve fildişi oymacılığı burada da çok gelişmiş. Bu ortamda amfitiyatroda da ilginç piyesler oynanıyormuş. Miletusdan gelen bir tiyatro heyeti, bir yandan sahne çalışmaları yaparken bir yandan da çevreyi gezip fikir almaya, yeni ürünler için ilham perilerini davet etmeğe çalışıyorlarmış. Ancak şehirde Fenikeliler, İyonlar, Yahudiler, Mısırlılar ve Yunanlılar arasında çeşitli çatışmalar da oluyormuş. Tiyatro heyetinin bazı yönetici ve oyuncuları ile saraydan prensler, prensesler ve filozoflar yakındaki küçük bir gölü ziyaret etmişler. Bu arada oynanacak olan oyunun konusu merak edilirmiş. Tiyatronun yöneticisi oynanacak tiyatro eserinin ismi nedir? Diye sorulduğunda, “Kurbağalar” demiş. Prenslerin bu durum çok tuhafına gitmiş. “Bizim, hayatımız ile kurbağaların ne alakası var?” demişler. Bunun üzerine orada olan bir bilgin, bütün hayat olayları bir bütündür. Birçok hayat olayları büyük benzerlik gösterir demiş. Bazıları bu açıklamayı anlamayınca bir filozof öyleyse size bir masal anlatayım demiş. Sözün kapısını açmış onları masal dünyasına davet etmiş.
Vaktiyle bir gölde yaşayan sarı kurbağalar, kara kurbağalar, yeşil kurbağalar gece gündüz kavga gürültü çıkarıp durmuşlar. Arada bir yeşil bir kurbağa bir taşın üstüne çıkıp şişerek şöyle diyormuş:
“ Vrak vrak en güçlü biziz.” Bunu duyan kara kurbağalar onlardan geri durmamak için daha çok gürültü ediyormuş. Sarı kurbağalar da gün geçtikçe çoğalmış onlara da kurdukları çetelerle ortalığı bir birine katmışlar. Bu hengame içinde yılgınlığa düşen barışçı kurbağalar bir düzen için tanrıça Kibeleye yer ve gök tanrılarına yalvarmışlar. Tanrılar onları susturmak için göl kenarındaki bir ağacın suya düşmesi için gökten bir yıldırım salmasını Gök Tanrıdan rica etmişler. Kısa bir süre sonra kocaman bir ağaç büyük bir gürültü ile göle düşmüş. Kurbağalar korkularından gölün dibine inmişler, sağa sola sazlıkların arasına saklanmışlar. Bir müddet sonra ağaç kütüğü üzerine çıkıp yaramazlıklarına devam etmişler. Kütüğün düşmesinin bir çare olmadığını görerek yeniden tanrılara bir barış olması için dua etmişler. “Ne olur bu gürültüyü kavgayı bastıracak bir kurtarıcı gönder.” diye yalvarmışlar.
Gök tanrı o sırada yılan takım yıldızlarında geziyormuş. Böylece aklına göle dev bir yılan gönderme fikri gelmiş.
Üç gün sonra, dev bir yılan göl üstünde gezmeğe başlamış. Hangi tarafta “vrak vrak” sesi duydu ise o tarafa gidip beş on kurbağa yutmuş.
Gürültüler birkaç gün kesilmiş. Fakat bir müddet sonra artarak devam etmiş. Bu defa Gök tanrı, ikinci daha büyük bir yılan göndermiş. Kısa sürede binlerce kurbağa yılanlar tarafından yutulmuş. Sonunda gölden kurbağalar tükenmiş. Bu defa yılanlar çevredeki hayvanlara ve insanlara saldırmışlar.
Bilgin masalı bitirdiği zaman ortaya derin bir sessizlik çöktü. O gece şehrin en tanınmış şairleri, o bilginin bu masalı halka anlatması için onu tiyatro binasına davet etmişler.
Masal anlatımı müzikli bir oyuna dönüştürülmüş. Halk masalı bir başyapıt oalrak tanımlamış. Bu masalın unutulmaması için tapınakların önüne kurbağa heykelcikleri konmuş. Mumdan yapılan kurbağa heykelcikleri, sunaklara konmuş. Halk verilen masalı anlamıştı. İnsanlar sen-ben davasına düşüp de birbirlerini ezmeğe çalıştıklarında sonunda yılanlara yem oluyorlar.
Varinu güzel bir kızdı, fakat onunla kimse evlenmek istemezdi. Ailesi ona, “Git kendi kısmetini bul” dedi. Genç kız ormandaki tapınağa gitti. Tapınakta kör babasını gezdiren genç bir adam görür. Onunla evlenmek ister. Diz çöker onun için dua eder. Evde babasına o adamla evlenmek istediğini söyler. Fakat babası “Kızım o adamın bir yıllık ömrü kaldığı söylenir” der. Kız da her ne olursa olsun onunla evlenmek istediğini söyler. Evlendiklerinden bir yıl sonra, kocası öleceğini bildiği için birlikte ormana giderler. Ölüm tanrısı onları takip etmektedir ve kadına geri dönmesini söyler. Onu ikna etmek için şöyle der: “Benden ne dilersen dile, ancak kocanı hayata döndürmemi isteme.”
Varinu: “Öyleyse kayınpederimin gözleri açılsın, sağlığı düzelsin ve kırallığınıu geri alabilsin.” Der. İstekler kabul edilir. “Son bir isteğin var mı? Ancak kocanı hayata geri getirmemi istemeyeceksin” der.
Varinu “Çok sayıda çocuğum olmasını istiyorum.” Der. Bunu söyler söylemez kocası hayata döner. Daha sonra yedi çocuk sahibi olurlar. Kayınpederinin ülkesinde mutlu bir hayat yaşarlar.
Vaktiyle bir köyde genç bir çiftçi varmış. Bir gün, tarlada çift sürme işini bitirmiş. Öküzler önde kendisi eşeğine binili olarak köye dönerken; yol kenarında kanadı kırık bir kuş gördü. Bu bir turaç kuşu idi. Eşeğinden indi, uzanıp kuşu tutmağa çalıştı. Kuşun kanadı kırıktı. Güçlükle hareket ediyordu. Yolundaki bir su birikintisinden su içmeğe çalışıyor. Fakat, yarası ağır olduğu için suya ulaşamıyordu. Ona önce su içirdi. Daha sonra eve getirdi. Kuşu annesine gösterdi. Ana oğul, el ele gönül gönüle verdiler. Kuşun kanadına merhem sürdüler. ,sargı sardılar. ;Birkaç gün onu kendi ellerinden özenle beslediler. Kuş iyileşince de “Azad kuşum azad” diyerek uçup gitmesine izin verdiler. Kuş sevinçle kanatlarını çırpmış ve oradan uzaklaşmış. Gel zaman git zaman günlerden bir gün bir akşam üzeri adamın evine genç bir hanım gelmiş. Annesi de o hanımı misafir etmiş. Yeni gelen hanım onlara bir önceki dönemde, yani Turaç kuşu olduğu zamanda kendisine yardım ettikleri için kendisine teşekkür etmiş. Onlara her gün iyi bir eşin yapacağı bütün işleri yapmış. Yani her gün evi silmiş.
Vaktiyle Serdarlı köyünden üç genç, atları ile Şehere gitmeğe karar verirler. Maksatları bayram öncesi bir handa konaklayıp yeğenleri kasap Ali Yeğenağayı bulmak, hem hasret gidermek, hem de akrabaları ile bayramlaşmaktı.
Lefkoşa’ya surlar içine gelmeden önce Hamidonun Çiftliği diye bilinen mevkideki varlıklı bir adamın kapısını çalarak misafir olmak istediler. Kapıyı çok güzel bir genç kız açmış. Onları güler yüzle karşılamış. Bu güzel karşılaşma onlara büyük mutluluk vermiş. Biraz sonra ev sahibi Hüsnü dayı gelip gençlerle hoşbeş etmeğe başladı. Onların arkadaşlıklarını sınamak, birbirleri hakkında ne düşündüklerini anlamak istedi. İsimlerini sordu. Başı sarıklı olan benim adım İsmayıl dedi. Orta boylu şişmanca olanı benim adım Abdulla dedi. En uzun boylu, kaytan bıyıklı olan da kendini şöyle tanıttı. “Benim adım Salih. Bizim ailemize Gara Hasanlar derler. Siz de bizim köye gelirseniz; bize de misafir olursanız seviniriz.” dedi.
Ev sahibi Hüsnü dayı gençlerin arkadaşları hakkında ne düşündüğünü merak eder. Her birini ayrı ayrı yan odaya çağırır ve arkadaşları hakkında fikrini sorar.
Önce İsmayılı’ı çağırdı ona arkadaşları hakkındaki fikrini sordu. İsmayıl şöyle dedi. İçlerinde en saygın olan benim, ikisi de eşşektir. Onları istediğim gibi kullanırım. İkisini de ne tarafa istersem çeker götürürüm. Kimsesi bana itiraz edemez. Ne emredersem onu yaparlar.
Sonra Abdulla’yı çağırdı, ona arkadaşları hakkındaki fikirlerini sordu. “İkisi de benim köpeğimdir. Onları ne tarafa istersem o tarafa sürüklerim. İkisi de bana kuyruk sallar. Höd desem bağırsam ikisi de kuyruğunu toplar, ayaklarımın dibine çökerler. Onlara bir kemik attım mı istediğim gibi idare ederim.
Hüsnü dayı şaşmış kalmıştı. Ancak istifini bozmadı. En sonunda Karahasanların Salih’i çağırdı onun arkadaşları hakkındaki fikrini öğrenmek istedi.
Salih şöyle dedi. “Her iki arkadaşımı da çok severim. Onları bir arkadaş gibi görürüm. İkisinin de ailesini iyi tanırım.Babam bana daima “ arkadaş en değerli varlığımızdır, onlarla ve diğer insanlarla iyi geçinin. İnsan insana değer vererek yükselir.” diye nasihat eder, dedi.
Hüsnü dayı üçünü de dinledikten sonra mutfağa gitti. Kızına gelenlerin önüne ne koyacaklarını söyledi, üç tabak hazırlattı.
Birinci tabağa saman konuldu. İkinci tabağa bir kuru kemik. Üçüncüye de çok güzel hazırlanmış bir yemek. Kızına şöyle dedi, “akadaşlarını eşek yerine koyana; saman dolu tabağı koyacaksın. Arkadaşını köpek yerine koyanın, önüne de kuru bir kemik koymak lazım. Salih’in sözleri hoşuna gitmişti. Onun önüne de en güzel yemeklerle dolu bir tabak koymak lazım. Tam o sırada birisi Hüsnü efendiyi acele dışarı çağırdı. Kız şöyle düşündü. “Gelen gençlerden ikisi yanlış yapmış olabilir. Ancak biz onlara kötü muamele yaparsak bu bizim ailemizi alçaltır.”
Babası dışarı çıkınca üçüne de en güzel yemeklerin olduğu bir sofra hazırladı. Biraz sonra Hüsnü dayı gelince en güzel şekilde hazırlanmış bir sofra gördü. İçten güldü. “Aferin kızım” ddi. Sen duyduklarına göre değil, kendine ve terbiyene göre en iyisini yaptın. Sana da bu yakışır.
Ertesi gün gençler gittikten sonra Hüsnü dayı akşamkı sofra hikayesini hatırladı. “Aferin kızım, sen her şeyi daha iyi düşündün. Bir yanlış yapsak, bize de gittiğimiz yerde saman veya kemik koyarlardı. Terbiyeli insan kötü durumda bile terbiyesini bozmaz.” dedi.
Bir zamanlar Karadenizin kuzeyinde Kırım Hanlığı diye bilinen bir devlet varmış. Bu ülkede güneyde Azak Denizine yakın Tufan Kalesi diye bilinen bir kale vardı. Bu kale, Çürüksu diye bilinen bir ırmağın kenarında; dik bir tepe şeklinde yükselen bir kayalığın üzerinde kurulmuştu. Irmak, bu tepeciğin etrafında bir kıvrımla dolanarak gidiyordu. Irmak, hem bir bolluk ve bereket kaynağı; hem de kalenin daha iyi savunma yapmasına yarıyan koruyucu bir kalkan görevi yapıyordu. Bu özelliği dolayısıyle; çağlar boyu burada yaşayanların çok sevdiği bir yaşam alanı olmuştu. Çok eskiden beri kullanılan bir yaşam alanı olduğu için, burası Nuh Nebi’den kalma, yani Nuh Peygamber zamanından kalma bir ülkedir denirdi. İşte burada Tufan Kalesi diye bilinen bir kale vardı. Vaktiyle, çok büyük bir sel felaketi olduğu zaman civardaki halk, bu kaleye sığınarak hayatını kurtardıkları için, kalenin adını Tufan kalesi koymuşlardı. Bazı bilge kişiler, Nuh Tufanın Karadenizde olduğunu iddia ederler. Bu kalenin adına Tufan Kalesi olmasının da, buna delil olarak gösterirler. Tufan Bölgesinde çok masal anlatılır. Bir bilge kişinin söylediği şöyle bir söz vardır: “Çok masal olan yerde, zengin bir tarih vardır. Zengin bir tarih güçlü bir ulus yaratır. Bu tarih zenginliği O ulusun en büyük yaşam kaynağıdır. Güçlü bir tarih olan yerlerde insanlar özgürlüklerine düşkün olurlar. Çünkü: özgürlükler, can pahasına özveri ile korunur. Çok defa; özgürlüklerini korumak için verilen savaşlar ulusun benliğine masalların evrenindeki zengin dile aktarılır. Altın boynuzlu ala geyik masalı da bir özgürlük destanının masala dönüşmesidir. Varıp o gerçekleri masallardan dinleyelim kıssadan hisse nasıl olurmuş görelim. İşte bu Tufan kalesi yakınında Yeşil Ova diye bilinen bir köy varmış. Bu köyde, Soçi diye bilinen şair ruhlu, iyi saz çalan, kaval veya flüt çaldığında dağı taşı, kuşları, hayvanları müziği ile büyüleyen bir çoban varmış. O, doğayı, insanları, her türlü kuşları ve hayvanları çok severdi. Ona birçokları sadce Ozan derlerdi.Gece gündüz dağ, bayır orman gezer, şiirler yazar, şarkılar söylerdi. O çeşitli sazlar çalardı. Hem flüt, hem kaval çalmada büyük hüner sahibi idi. Ozan flütünü çalmaya başladığı zaman havadaki kuşlar, ormandaki hayvanlar onu dilemeğe gelirdi. Son aylarda güzeller güzeli bir çoban kızı ile tanışmıştı. Görür görmez birbirlerine aşık oldular. Dağ bayır beraber geziyor birlikte yiyip birlikte yaşıyorlardı. İlk buluştukları yer ormandaki Akpınar dedikleri subaşı idi. Yaz başında, orada oturmuş destilerini doldururken; ansızın bir ses işittiler. Bir de baktılar altın boynuzlu bir alageyik yanında dişisi ile onlara bakıyordu. Onların konuşmalarını dinlediler. Dişi geyik altın boynuzlu geyikle birlikte olmaktan şikayetçi idi. Geyiğin boynuzları altın olduğu için ta uzaktan görülüyor. Bu defa avcılar peşine düşüyordu. Dişi geyik ala geyiği terk edip gidecekti. Ala geyik çok üzgündü. Boynuzlarının altın olması mutluluk yerine acı veriyordu. Çoban ona şunu dedi. “Seni istmeyeni bırak gitsin. Ben seni arkadaşlarım.” Çoban Alageyiğin altın boynuzlarının uzaktan görülmemesi için onları siyaha boyadı. Bu konuda anlaştılar. Geyik yaz boyunca çobanla birlikte sürülerin peşinde dolaşıp durdular. Yaz bitti. Kış gelince, her taraf karlarla kablanınca, çoban koyunları köye götürüp ağıla yerleştirmeye karar verdi. Geyiğe kendisi ile beraber gelmesini söyledi. Geyik çobanla gelmeği kabul etmedi. Bir süre sonra; karlar her tarafı kaplayınca, geyik yiyecek bulamayınca, yakındaki bir köyde ilk gördüğü evin kapısını çaldı. Kapıya çıkan ihtiyar köylü ile pazarlık etti. Altın boynuzlarını, iki torba samana köylüye vermeyi kabul eti. Köylü, altınlara kavuşunca; bunu karısına anlattı. Karısı onları akrabalarına anlatınca, olay çevrede duyuldu. Daha sonra anlatılanlar Kırım Hanının kulağına gitti. Kırım Hanı, geyiğin altın boynuzlarını alan köylünün evine adamlarını gönderip altınlara el koydu.Gelenler, köylüyü sıkıştırınca o da ormanda geyiğe saman koyduğu yeri söyledi Giden askerler, alageyiği yakaladılar. Onu Kırım Hanının sarayında bir odaya kapattılar Kırım Hanı geyiğe ayrı oda ayırdı, ona iyi bakıyordu. Boynuzlarından çıkan altınlar ile hazinesini doldurdu. Alageyiğe dokunanların başını vurduracağını duyurdu. Çoban, geyiğin hapiste olduğunu öğrenince; çok üzüldü. Geyik sarayda besleniyordu, fakat özgürlüğü olmadığı için mutsuzdu. Çok geceler acı acı meliyordu. Çoban ona şiirler yazdı. Sazı ile kavalı ile ezgiler düzdü. Sonunda alageyiği kurtarmak için bir yalan düşündü. Gidip Kırım Hanının sarayının yanında yanık yanık kavalını çaldı. Kırım Hanı kavalın sesinden büyülenmişti. Çobana gelip sarayında çalmasını istedi. Sarayda çobanın kavalını duyunca dağlarda yemyeşil ormanlarda geçen günleri aklına geldi. Öyle olunca özgürlüğüne kavuşmak için daha büyük bir istek duydu. Çoban Alageyiğin yanına gitmenin yollarını arıyordu. Saray görevlilerinden geyiğin yanına götürülmesini istedi. Geyiği gördükten sonra; “gözlerine mil çekmemize razı olursan istediğini yaparız.” dediler. Her şeye razı oldu.
Geyiğin yanına gidine fısıltı ile ona şunu dedi. “Kaçmak için kapıyı zorlarsan kırarsın. Böylece özgürlüğünü kazanırsın. Geyik hızla şaha kalkıp bütün gücüyle kapıya çarpınca kapı parçalandı. Çoban geyiğin üstüne binince saray duvarının üstünden atlayıp özgürlüklerine kavuştular.
Vaktiyle Leymosun kasabasında bir Deveciler Hanı diye bilinen bir han vardı.
Dedem Bardak Menteş, Lefkoşa’daki Büyük Han’da nalbantlık öğrendiği yıllarda Kör Arapla tanışmış. Kör arabın adı Hacı Gaffar idi. Esas memleketi Tebeliye diye bilinen bir Mısır kasabası imiş. Gaffar gençlik yıllarında Nil nehri boyunca kayıklarla taşımacılık yaparmış. Birkaç defa Nilde başına bazı tehlikeli olaylar gelmiş. Dört defa onu nehir korsanları soymuş. Hem mallarını almışlar, hem de kayığını delip gidişine engel olmuşlar. Bir iki olay da su yılanları ve timsahlarla boğuşmuş. Sonra, kara taşımacılığına yönelmiş. Babası ona bir acem sözünü hatırlatmış. “Denizde çok defineler varsa da güvenlik ayağının yere bastığı mekandadır.” Anası da ona şunu demiş. “Kayıkcının dirisini bit yer, ölüsünü it yer.”
Bu acı deneyimlerden sonra elindeki paralarla 10 deve almış. Onlaral bir küçük taşımacılık ve ticaret işi başlatmış. Buna başlamadan önce bir iki at ve eşekle kasabalar arasında alış veriş yapıyormuş. Bir çöl seferinde atını yılan sokmuş. Çölde yolunu şaşırmış, kum fırtınaları ile karşılaşınca canını zor kurtarmış. Üç yıl önce bir bedevi kabile reisinin misafiri olmuş. Ondan da çok hikayeler ve ata sözleri dinlemiş. Bedevi kabile reisini,n ona verdiği öğüt şu olmuş. “Akılsız adam çölde yalnız dolaşır, akıllı adam çölü aşmak için tecrübli kervancı ile yola çıkar.” Kabile reisine bu sözü açarmısın dediğinde şöyle bir cevap almış. “Atı öğrenmek istersen at binene danış. Ancak şunu unutma her ata binili gördüğün seyisbaşı değildir. Her iş ustasından öğrenilir.
Bunun üzerine kayıkcı Gaffar, iyi bit deve kervancısı ile tanışmış. Birkaç sefer Nil boyu onunla gidip gelmiş. Develerin huyunu suyunu öğrenmiş. Ticaret yaptığı insanların adetlerini, anlayışını araştırmış. Karanlık bastığında, gök yüzündeki yıldızlara bakarak yol bulmayı öğrenmiş. Çöl yollarında çok taban tepmiş. Çok çarık eskitmiş. Yanan kumlarda ayakları ilkin yanmış kızarmış. Sonunda nasırlaşmış; en zor keskin kayalarda rahat yürür hale gelmiş. Babası ona , “iyi denizciler azgın denizlerde yetişir.” Derdi. O bu sözü değiştirdi şöyle dedi. “iyi kervancılar kızgın çöllerde yetişir”
İyi bir kervancı olduktan sonra sıra zengin olmak fikrine gelmiş. Yürümüş, durmuş zengin olmağı düşünmüş. Kısa zamanda 100 develik bir kervanı olmuş. Fakat her önüne gelene “Ben aklıma koydum ülkenin en zengin insanı ben olacağım.” Diyordu. Gittiği hanlarda hep servet, zenginlik, hazine hikayeleri dinliyordu. Bir defasında Afrika’dakeşifler yapan bir ingiliz bilim adamı ile tanışmıştı. O da Eski Mısırın Hazineleri ile ilgiliniyordu. Çok iyi arabça bilen bu alim, ona Alman arkeoloğuSchileman’ın truva Efsanesinden yola çıkarak; Çanakkale’ye geldiğini, orada nasıl Truva şehrini bulduğunu anlatmış. Schileman yaptığı kazılar sonucu Kıral Mezarlarını bulmuş, oradaki hazineleri ele geçirmişti Amerika kıtasında İspanyol kaşifler “Eldorado” yani “Altın Ülke” efsanelerinden yola çıkarak Aztek ve Maya uygurlaklarındaki altın hazinelerini elde etmişlerdi. İngiliz alim uzaktan akrabası olan İngiliz Howard Carter’in güney Mısır’daki bir Fravunun hazinelerine nasıl ulaştığını anlatmıştı. Üç gün üç gece konaklama yerinde hep bu hazine hikayelerini konuştular ve hancıya tembih ettiler gelen yolculara hazine hikayeleri bilip bilmedikleri sorulacak, bilenlerle bağlantı kurulacaktı. Bu iş için hancıya bolca bahşiş verdiler.
Bir ay sonra geldiklerinde, hancı, Abdullah isimli bir gencin, yakınlarda olan bir hazine hikayesi anlattığını duyurdu. Absullah konaklama yerine yakın bir köyde yaşıyordu. Söylentiy ebakılırsa, Abdullah’ın dedesi o hazineyi bulmuştu. Ancak onlara nasihatı şuydu. “Asla kısa sürede zengin olmağa kalkmayın. Yoksa durumıunuz dikkati çekerse çeteler peşinize düşer o hazineleri size yedirmezler. Bir de Mısır hükümeti Eski Eserler Dairesi peşinize düşerse, mutlaka altınları arar bulur ve size yedirmezler. Bir defasında, tanıdıklarından bir tanesi, küçük altın heykel bulup hükümet adamlarına teslim etmiş. Bu defa yukardan şöyle bir emir gelmiş. “O heykeli bulanın ailesinden herkesi sorgulayın. Dövün, ezin eleyin, fakakt ne yapıp yapıp o hazineyi bulun” Abdullah şöyle dedi. Bereket versin soruşturma ile görevli polis memuru gençliğinde babamın tanıdığı idi. Bir defasında çeteler ile vuruşurken babam onu korumuş ve hayatını kurtarmıştı. İşte o polis çavuşu babamın hatırını saymış ve babama şöyle demiş. “Ya Mustafa sua et ki ben geldim., yoksa yüksek yerden gelen emir şuydu. Bu insanları, dövün, ezin eleyin falat hazineyi meydana çıkarın.”
Bu olayı yaşadıktan sonra Abdullah o çevreden kurtulmak, gidip Kahire’de yaşamak, orada çocuklarını okutmak, geleceğini güvenceye almak istiyormuş.
İki gün sonra Abdullah babası deveci Mustafa ile geldi. Hacı Gaffar ile oturup konuştular. Abdullah’ın babası şöyle diyordu. “Ben size hazinenin yerini göstereceğim, ancak bulduğumuz altınların yarısını ben sana vereceğim, peki sen de bana senin kervandaki develerin yarısını verecekmisin?. Hacı Gaffar size kırk deveyi veririm demiş.
Ertesi gün, gidip hazinenin olduğu yerde eski bir yapının yakınında durmuşlar. Abdullah ile babası kervancının hazinen yerinin olduğu binanın giriş yerini bilmesini istemiyormuş. Onları biraz uzakta bekletmiş. Gidip bir miktar altın çıkarmış.Altınları herkes önceden bölüştüğü develere yüklemiş. Herkes develerini farklı ağaçlara bağlamış.
Birinci parti altınlar bölüşülünce; biraz dinlenmişler. Arkadan birkaç parti daha altın çıkarmış. Abdullah’ın babası, “bunları alıp yola koyulaalım” demiş. “Başka defa gene gelir geriye kalanları da çıkarırız. Altınların hepsini çıkarırsak, yolda bir soygun olsa her şeyi kaybederiz. Tetbirli davranırsak ileri de gene durumumuzu güçlendirebilir.”
Her kes altınları bölüştükten sonra yola koyulmuşlar. Bir müddet yol alsdıktan sonra Hacı Gaffar şöyle düşünmüş. “Develer benim, onun yaptığı bir tek yol göstermek. Şimdi ona gidip fazla pay verdiğimi söyleyeceğim.” En hızlı devesi ile koşup Abdullah ile babasına yetişmiş. Şöyle demiş: “Size verdiğim kırk deve çoktur. Yarısını bana geri verin size yirmi deve yeter. Abdullah ile babası: “Peki Gaffa efendi, al develerin yarısı senin olsun.” Demiş.
Az gitmişler uz gitmişler Gaffar şöyle demiş. “Bak hiç itiraz etmeden bize develerin yarısını verdi.” Böyle uysal birisini bulduğu için Hacı Gaffar çok sevinmiş. En sonunda Abdullah ile babasına bir tek deve yükü bırakmış. Abdullah itiraz etmek istedi ise de babası şöyle demiş. “Bak oğlum, meşhur arab hikayesidir. Eğer iki kişi anlaşmazsa onlar kavga ederken bir üçüncü gelir ve malın hepsini götürür. Bırak, itiraz etme o bu aç gözlülüğü ile kaybetmeğe mahkumdur. Aşırı kazanç hırsı olan insan sonunda kaybeder. Kılıcı bile hırsla aşırı bilediğin zaman ya körelir veya tutayım derken senin elini keser. Bak Abdullah daima ölçülü ve akıllı ol.”
Bir müddet yol aldıklarında Hacı Gaffar gene gelip son deve yükü altınları ve deveyi de istemiş.
Abdullahın babası tamam altınları veririm ancak, iki küçük kavanoz var onlar benim olsun demiş.
Bu defa Gaffar “Onlar bu iki kavanozu aldıklarına göre demek ki o kavanozlar onca altından değerlidir.” Diye düşünmüş. Geri dönmüş ve “O kavanozlarda ne var?” demiş. Abdullah’ın babasının cevabı şöyle olmuş. “Birinci kavanozu sana vereyim, onu gözüne sürdüğünde gözlerin öyle açılır ki nerede hazine varsa görebilirsin. Ancak ikinci kavanozu lütfen benden isteme”
Hacı Gaffar birinci kavanozu açıp içindeki merhemi gözlerine sürdüğünde görüşünün çok geliştiğini görmüş. Bu defa şöyle düşünmüş. Bana ikinci merhemi vermediğine göre demek o merhem birincisinden çok daha değerlidir.
Biraz sonra koşup onlara yetişmiş ve ikincimerhemi neden ona vermediğini sormuş.
Abdullah’ın babası: “Sen çok hırslısın, o ikinci merhemi sürersen kör olursun” demiş.
Hacı Gaffar şöyle demiş: “Merhem aynı merhem, o ikinci merhem sürüldüğünde her şey daha güzel olacak. Görüşüm daha üstün olacak.”demiş ve hemen merhemi gözüne sürersürmez iki gözü birden kör olmuş.
Abdullah ve babası onu yakındaki bir köy hanında bırakıp altın yüklü develeri alıp kaçmışlar. Kaçarken Abdullah onun heybesine elli altın bırakmış.Gaffar sora sora allesine ulaşmış. Fakat altınlar ile dolu hazineyi ele geçirmek için birilerinin onu öldüreceğini düşünerek bir kaç akrabası ile Kıbrıs’taki akrabalarının yanına gelmiş. İşte o zamandan beri önüne gelene kendi hırsı yüüznden ne durumlara düştüğünü anlatır dururmuş.
Dedeme, bu hikayeyi bir ramazan gecesi sahura kalktıklarında anlatmış. O günlerde dedem şunu düşünüyormuş. “Şehere yerleşsem dayım Beyaz Ahmet’in kocaman bir hanı var. Orada hem nalbantlık yaparım hem de at alıp satarım. Köylülerin şehere getirdiği, pamuk, nohut, peynir, keçi ve koyunları satarak zengin olurum. Bir de şöyle düşünmüş. Önce Evdim köyüne gider yerleşirim. Hacı Ahmet Efendinin kızına söz kestik. Onlar bizim aile ile çok iyi uyum sağlarlar. Yeğenlerim ile birlikte çiftçilik yaparız. Köy hayatında daha huzurlu bir hayat sürerim. Şehir hayatında hırsızın, huysuzun haddi hesabı yok. İngiliz adaya yeni geldi. Giderken de Şeherdeki(Lefkoşa’daki) zenginleri batırmak için her hileye her düzene başvuruyor.
Babam Anadolu’dan Çukurova’dan 8 kardeş birlikte buralara göçerken çok zor günler yaşadılar. Şimdi köyde epey tarlamız bağımız bahçemiz var. Elimde nalbantlık gibi bir zanaat, bir altın bilezik var. Çalışır çabalar gül gibi geçinirim. Bir de dayısı Beyaz Ahmet’in ona söylediği şu sözler hiç aklından çıkmamaış. “Bak Menteş Efendi, zanaat altın bileziktir. Çalış çabala zanaatını geliştir., yeni sanatlar öğren, öğrenmenin yaşı yoktur. Sana son sözüm şudur. Hayatta insanların değer verdikleri, şeyler vardır. Biz parayı düşünmeden önce namus, şeref, dürüstük gibi düşüşnceleri göz önünde tutmalıyız. Her kim paranın esiri olursa sağlığını, şerefini düşünmezse sonunda o çok sevdiği parayı da kaybeder.”
Kör arabın hikayesini dinlediğinde dedem çok etkilenmiş. Şehere(Lefkoşa’ya) yerleşmekten vazgeçmiş. Köyüne yerleşmiş epey mal sahibi olmuş. Evlatları çift çubuk sahibi olmuş. Yıllarca şehire yerleşmek istediği halde izin vermemiş.
Vaktiyle Beşparmak dalarında çok çeşitli hayvanlar yaşardı. Bu dağlarda o zamanlar geyikler de o kadar çoğalmış ki artık sürülerini otlatan çobanların yanına kadar geliyorlarmış.
Son yıllarda Gara Ali adında genç bir çoban devamlı olarak peşinde gezen bir geyik yavrusu ile devamlı karşılaşıyordu. Adeta birbirleri ile oyun oynuyor şakalaşıyorlardı. Gara Ali bu geyik yavrusuna Çilli adını vermişti. Çok defa onu çağırıyor, o da yanına gelip atlayıp zıplayarak hünerlerini gösteriyordu.
Ancak bir gün Çilli görünmedi. Gara Ali onu aramak için yüksek bir ağaca çıktı, etrafı kolaçan etti. Sonunda onu bulmuştu. Ayaklarından biri kırıktı, sırtında ve yüzünde yaralar vardı. Gara Ali onun yaralarını sarıp sarmaladı. Sorup soruşturdu ona ilaçlar buldu. Zamanla geyik yavrusu iyice aileye ısındı. Konuşmaları bile anlar hale geldi. Gara Ali de onun meleyişlerinden, bakışından, oynaşmasından söylediklerini anlayabiliyordu. Bir müddet sonra iyileşince Gara Ali ile iyice gönül bağı geliştirdiler. Bazı günler Gara Ali geyik yavrusunun peşine düşerek bir mağara önünde buluşurlardı. Bir gün geyik yavrusu bir oyulmuş kaya önünde durdu ve melemeye başladı. Çoban oraya vardığında geyik yavrusunun boynunu sürdüğü oyma taşı ellediğinde bir boşluk meydana geldi. Oraya baktığında çok sayıda altın buldu. Bu altınları dağarcığına doldurup evine gitti. Ondan sonra kendilerine çok güzel bir ev yaptırdılar. Evlerini en güzel eşyalar ile doldurdular. Gara Ali, durumu düzelince köyün en güzel kızı ile evlendi.
Köyün ve bölgenin en zengini olan Çalımlı Hasan, Gara Ali’nin nasıl zengin olduğunu araştırmış ve gerçeği öğrenmişti.
Sonunda şöyle bir karara vardı. Kendi kendine şöyle dedi. “Eğer ben de sık sık dağa gider ve yaralı bir geyik bulur ve onu tedavi edersem o geyik bana da bir hazine bulabilir.” Bu düşünce ile bazı adamlarını dağa yollayıp geyikleri kovalamaya gittiler. Bazı geyikler yaralandı. Bir iki tanesi tedavi edildi. Sonunda Çalımlı Hasan geyiklerden birinin peşine takılıp doruklara doğru koştu. Sonunda bir mağara önünde karşı karşıya geldiler. Geyik acayip bir meleyişte bulundu. Çalımlı Hasan geyiğin eşelediği mağara önünde durdu içeriye baktı. İçeriden bir ışık geliyordu. Hazineyi bulduğunu düşündü hemen mağaraya girdi. Ansızın mağara önüne bir kaya düşüp çıkışı engelledi, hemen ortalık çok sayıda yılanla doldu. Kısa sürede yılan sokması sonucu şişti ve acılar içinde bağırarak öldü.
O hayvanlara yaptığı kötülüklerin bedelini hayatı ile ödeyerek öldü.
Bir zamanlar Kızıl Nehir boyunca Vietnamlı bir beyin çok güzel bir sarayı vardı. Beyaz İnci isminde dünya tatlısı bir kızı vardı. Diğer asil hanımlar gibi o da kalabalıklardan uzakta sarayda bir kulede yaşardı. Bulunduğu odanın yusyuvarlak bir penceresi vardı. Beyaz İnci bütün zamanını bu odada nakış işleyerek, kitap okuyarak veya arkadaşları ile flüt çalarak geçirirdi. Hepsi de odalarına açılan bir balkonda toplanır, sohbet eder, oyunlar oynardı.
Bir gün, yine pencere önünde oturup nakış işledikleri sırada, aşağıda, nehirde bir kayıkcının söylediği çok güzel bir şarkı işittiler. Şarkı çok duygu yüklü, dolgun bir müzik parçası idi.
Prenses dışarıya baktığı zaman, nehirde sürüklenen bir balıkçı kayığı gördü. Ses gittikçe daha yakından geliyordu. Prenses nedimesinin yanına gitti. “Ne güzel şarkı duyuyormusun?” dedi.
Kayık kıyıya yaklaştıkca şarkı daha çok etkileyici oluyordu.
Sevgim rüzgarda açan bir çiçek gibi
Aşkım dalgalarda parlayan ayın ışıkları gibi.
Prenses bu güzel şarkıyı duydukca coşmuştu. Bir duygu seli, onu aldı uzak anılara götürdü. Yitirdiği bir ilk gençlik aşkını yeniden yüreğinin derinliğinde hissetti. Belki de, bu şarkıyı söyleyen delikanlı onu tanıyordu. Belki de, bu şarkıyı yaşadığı ölümsüz aşkı yeniden diriltmek için o delikanlı onun için söylüyordu.
Nedimesi, onun o an yaşadıklarını yüzünden okuyabiliyordu. Nedimesinin yüzünde ansızın bir ışık belirdi. Gülümseyerek şöyle dedi, “Belki de o kayıkcı tebdil gezen bir prensdir. Sizin ile evlenmeği düşünen şanslı bir bey oğludur.” İkisi şarkıyı söyleyen kişinin kim olduğunu, nasıl bir insan olabileceğini anlamağa çalıştılar. Bu kadar güzel bir ses, ancak soylu, güçlü, yürekli ve seçkin bir insanın sesi olabilirdi.
Kayık, yavaş yavaş batıya doğru ilerleyerek uzaklaştı.
Beyaz İnci nedimesinin söylediklerinden çok etkilenmişti. Belki de hayal dünyasında kavuşmağı umduğu beyaz atlı prens o nehir kayığı ile onların sarayının önünden geçip gidiyordu.
Beyaz İnci, o gün bütün gün ve daha sonraki günlerde yine o pencere önünde o şarkıyı söyleyen kayıktaki meçhul sevgiliyi bekledi durdu. Fakat artık ne kayık, ne kayıkçı, ne de o güzel şarkı vardı.Her gün o bekleyiş o özleyiş devam etti. Nedimesi, “Niye gelmez?” diye sordu durdu. Ondan sonraki günlerde Beyaz İnci, odasından hiç çıkmadı. Bey babası arada bir gelip kızına bakıyordu. Beyaz İnci, hergün biraz daha soldu. Artık ne eski sağlığı, ne eski rengi vardı. Hekimlerde biri geldi, biri gitti. Hiç biri bir deva bulamadı.
Nedimesi, Beybasına şöyle dedi, “Efendim, kızınız aşk hastasıdır. Kızınız, nehirde giden kayıkçının şarkısını duyduğu günden, hep o özleyiş içindedir.”
Nedime, kayıkcının söylediği şarkının hangisi olduğu sorulduğunda, onu tekrar tekrar söyleyebiliyordu.
Beyaz İncinin babası kızının iyiliği için şarkıyı söyleyen genci bulduracağına söz verdi. Bu gencin, kim olduğunun araştırılıp, bulunması için iki haberci gönderdi. Günler sonra, haberciler, gelip öğrendiklerini efendilerine anlattılar. O bölgede o şarkıyı bilen yokmuş. Sadece civar köylerden birinde Karagözlü dedikleri bir balıkçı, o şarkıyı biliyormuş.
O balıkçıyı saraya getirmişler, istenirse onu beye gösterebilirlermiş. Bey duyduklarına inanamadı. “Bir balıkçı mı?” diye homurdanıp durdu. Koskoca bir bey kızının bir balıkcıya layık görülmesi, olacak şey değildi! Haberci., balıkçıyı içeriye büyük salona davet etti.
Balıkçının canı sıkılmıştı. Etraftaki zengin süslemelere şaşkınlıkla baktı. Beyaz İnci’nin babası da duruma şaştı. Öyle baktı, baktı donakaldı. Adam ne gençti, ne de yakışıklı idi. Sırtında eskimiş kirli elbiseler vardı ve fena ahalde balık kokuyordu. Balıkcı onu buraya neden getirdiklerini bir türlü anlıyamıyordu. Ondan ne istiyorlardı? O sadece sıradan bir balıkçı idi ve kimseye bir ziyanı yoktu. Hiç bir kabahat da işlememişti. Öyleyse onu buraya neden getirmişlerdi?
Beyaz İnci’nin babası onun kızının bulunduğu kapının önüne getirilmesini istemişti. Evet işte şimdi, kapının önünde duruyordu. Bir saray görevlisi geldi ve ona kayıkta söylediği şarkıyı okumasını istedi.
Benim aşk çiçeğim, rüzgarda dalgalanır
Benim aşkımın ışığı ay ışığı bibi dalgalara yansır.
Şarkı başlar başlamaz Beyaz İnci, yepyeni bir heyecan dalgası ile ayağa kalktı. Nedimesine onun giyinmesine yardım etmesi için rica etti.
Beyaz İnci, hemen fırlayıp ayağa kalktı. Çabucak giyindi. Saçlarını toparladı. Bu sesi, duyduğu zaman, kulaklarına inanamadı. Şarkı sona ererken balıkçıya doğru yürümeğe başladı. Adeta bir rüyada idi.
Kalbi delice çırpınırken “Kapıları açın” diye bağırdı. Zorlukla ayakta duruyordu.
Kapılar açıldığı zaman, balıkçı da büyük şaşkınlık yaşadı. Neye uğradığını anlayamadı. Karşısında hayran olduğu güzellikte bir genç kız vardı. Onun da kalbi büyük bir heyecanla çarpıyordu. İşte o anda! o aşk denen büyüleyici duygunun onu sarıp sarmaladığını hissetti. O anda, aşkın ne derin bir duygu seli olduğunu anladı. Ancak, içine düştüğü durum ona acı verdi.
Beyaz İnci, kapı açılınca gördüğü manzaraya şaşıp kalmıştı. O karşısında beyaz atlı bir prens beklerken, sıradan bir balıkçı bulmuştu. Ne kadar aptalca hayallere kapılmıştı. Kendi kaprislerinin kurbanı olduğunu anladı. “Kapıları kapatın!” diye çığlıklar attı.
Kapıların zavallı balıkçının yüzüne kapanması, ona kaderin vurduğu acı bir tokat gibi geldi. Beyaz İnci’nin attığı delice kahkaha onun yüreğini ezen bir çekiç darbesi gibi geldi. Kader, aradığı inanılmaz güzellikte, büyüleyici bir sevgili bulduğunu sandığı anda, ona en acı darbeyi indirmişti.
Ayakta güçlükle duruyordu. Hemen sokağa fırladı. Beyaz İnci’nin çılgın kahkahaları, kulaklarında çınladı durdu. Eve doğru yol aldı, adeta yürümüyor, sürükleniyordu.
Eve geldikten sonra da, günlerce kendine gelemedi. Günlerce ne yedi, ne içti. Hastalandı ve öldü.Köylüler onu kaldığı kulübede bir hasır yatak üzerinde ölü buldular. Göğsünde kimsenin ne olduğunu anlayamadığı koca bir kristal parçası vardı. Bunun ne olduğunu anlayamadılar. Bir köyü kadın, “bu kristal, onun donan kalbidir” dedi. Beyin sarayında beykızının attığı o çılgın kahkaha, onun sevgi dolu kalbini parçaladı ve o yüreğini bir kaya kristaline dönüştürdü.
Genç bir hanım, “Bu kristal onun şarkıları gibi duru, parıltılı, ışıl ışıl bir şey. Ancak onu ne yapabiliriz” dedi. Başka bir genç adam, “Onu, ölen balıkçının kayığına koyup nehire bırakalım. Nasıl olsa yüze yüze denize ulaşır.” Dedi.
Şafak sökerken köylüler, o ışıltılı kristali balıkçının kayığına bıraktılar. Sonra kayığı nehire indirip, onun sularda sürüklene sürüklene, ta uzaklarda kaybolmasını, gözlerden uzaklara gitmesini seyrettiler. Fakat kayık umulduğu gibi sürüklenip denize yönelmedi. Gitti gitti, beyin sarayının önünde durdu. Sabah sabah, Bey sarayın yanındaki nehir kıyısında gezerken, balıkçının kayığına rastladı. İçinde o güzelim kristal, pırıl pırıl ışıltılarla göz kamaştırıyordu.
Kristali eline aldığı zaman etrafındakilere şöyle dedi, “Bakınız, nehir bize ne güzel kıymetli bir hediye getirdi”
Birkaç gün sonra, kimsesi kristale sahip çıkmayınca, Bey onu yeşim taşı işleyen bir ustaya gönderdi. Usta o taştan billur bir çay kasesi yarattı. Bey o fincanı bir akşam kızının odasına götürdü. Babası Beyaz İnci’ye şöyle dedi. “Bak kızım, sana çok güzel bir hediye.”
Biraz sonra, Bey kızının odasından ayrıldı. Beyaz İnci, nedimesine ona bir demli çay yapmasını istedi. Biraz sonra, o hanımın gitmesine izin verdi. Beyaz İnci, çayı kaseye döktü, lambaları ve kandilleri söndürdü. Kendisi de pencere yanındaki koltuğa oturdu. İçeriye dolunayın ışıkları doldu. Ay ışığı, aşağıda nehrin dalgaları üzerinde parıltılarla yansıyıp durdu.
Saray bahçesinden içeriye yasemin, gül ve zambak kokuları doluyordu. Beyaz İnci, çay içmek için elindeki kaseyi kaldırdı. Onun dudaklarına götüreceği sırada, kâsenin yüzünde balıkçının hayalini gördü. Korkudan bir çığlık attı. Kâseyi tekrar yerine koydu. Kaseye tekrar baktığında, balıkçının duygu dolu gözlerle ona baktığını gördü.
O çok etkileyici şarkının yine dalga dalga, içinde yaşadığı odada yankılandığını duydu.
Beyaz İnci, sensin rüzgarda açan çiçek
Beyaz İnci, sensin denizde yansıyan ışık
Genç kadının içinde acı ve pişmanlık vardı. Genç balıkçıyı nasıl da düşüncesizce yaraladığını düşündü. “Çok zalim davranmışım” dedi. Gözlerine yaşlar doldu. Gözlerinden bir damla yaş, kaseye damladığı anda kase buharlaşıp yok oldu.
Sonra, Beyaz İnci o delice aşık olduğu sesin odayı doldurduğunu ve pencereden taşarak nehir boyunca dalgalandığını hissetti.
Beyaz İnci, o şarkıyla beraber sevdiği insanın ruhunun da bedeninden uzaklaşıp gittiğini hissetti. Kendi kendine şöyle mırıldandı.
“Güle güle aşkım, güle güle”
Kısa bir süre sonra, Beyaz İnci başka bir beyoğlu ile anlı şanlı bir düğün yaptı. Ancak uzaktan nehire ne zaman baksa, o çok sevdiği şarkı benliğinde daima tekrarlanıp durdu.
Yaşanan sımsıcak bir aşk duygusu, insanı yaşamı boyunca etkileyip durur. Hele bu bir ilk aşk ise. İlk aşk hiç unutulmaz.
Aslan, Eşek ve Tilki birlikte avlanmağa karar vermişlerdi. Anlaşmaya göre, şöyle hareket edeceklerdi. Tilki, kolay saklandığı için ava sessizce yaklaşıp, durumu arkadaşlarına bildirecekti. Eşek de gereken yerde anırarak onları uyaracaktı. Bazan da bütün dikkati üzerine çekerek avlanmayı kolaylaştıracaktı. Örnek bir işbirliği sergilediler. Bir günde hem bir boğa, bir koyun hem de bir keçi avladılar.
Akşam üzeri bir araya gelip, avı nasıl bölüşeceklerini görüştüler. Önce eşek, söz aldı ve herkesin eşit katkısı olduğuna göre, bölüşmenin eşit ve adil olmasını istedi.
Aslan buna çok sinirlendi ve şöyle dedi: “Eh yani! Şimdi, bir eşeğin anırması ile bir aslanın ölümüne bir saldırıya geçmesini bir mi tutuyorsun?” O sinirle atılıp eşeğe bir pençe vurdu. Öyle şiddetli bir saldırıda bulundu ki , eşek hemen öldü. Sonra tilkiye döndü: “Sen ne düşünüyorsun?” dedi.
Tilki şöyle dedi: “Aslan hazretleri, sen bizim kralımızsın, bence şöyle bir taksim yapılması en iyisi olur. Sabah boğayı yersiniz. Akşama bir oğlak size az gelirse, geceyarısı da bir koyun yersiniz.”. Aslan tilkinin zekasına hayran kaldı. Şöyle dedi: Tilki kardeş, bu kadar bilgili konuşmayı kimden öğrendiniz?”. Tilki şöyle dedi: Eşeğin başına gelenleri öğrendiktenm sonra, insan düşünüp bundan bir ders alması lazım. Siz, bizim hem kralımız, hem arkadaşımız, hem de çok iyi bir öğretmensiniz.”